ERTUĞRUL ÖZKÖK MÜ DEDİNİZ?
Alakasız gibi gelebilir.. Ertuğrul Özkök'le ilgili ne zaman bir şey düşünsem, o gün yaşananları anımsar, o sürücünün bir tür yansımasını görürüm.
Gençlik günlerimdi.. An gibi..
Bağdat Caddesi, Suadiye ışıklar..
Hemen önümde.. Süratle gelen bir araç, yeşil ışık bekleyen otomobile olanca hızıyla çarptı..
Sekizde sekiz kusurlu sürücü, bir hışım aracından indi.. Ancak, öyle şeyler yaptı, kendisini öylesine dövdü ve kendisine öylesine sövdü ki..
Kurala uymanın cezasını çeken mağdur sürücü; gülsün mü ağlasın mı, -korkmanın da ötesinde- şaşkın mı şaşkın mağduriyetini unuttu, aracına çarpan sürücüyü teselli etmenin derdine düştü.
Alakasız gibi gelebilir.. Ertuğrul Özkök’le ilgili ne zaman bir şey düşünsem, o gün yaşananları anımsar, o sürücünün bir tür yansımasını görürüm.
Özkök de, kendisine söylemediğini bırakmadı:
"Cambazım", "hokkabazım", "dansözlük yaptım", "sonradan görmeyim", "günde ortalama 8 yalan söylerim", "yazarlık ciddi bir iş değil, bir tür maymunluktur.."
Başkalarına fırsat vermedi, güçlü bir koruma zırhı oluşturup, verdiği zararların üzerini örtmeyi, hatta ‘mağdur’ olmayı büyük bir ustalıkla başardı..
Çok ileri gittiğini bildiği zamanlarda dahi..
90’lı yıllara dair ilişkilerini değerlendirdiği ve ‘gücün şehvetine kapıldıklarını’ açık açık ifade ettiği cümlelerinde olduğu gibi:
“Son zamanlarda basına, -Memleketi yönetmek, siyaset üstü bir güç haline gelmek, bakan indirmek, bürokrat götürmek- gibi güç gösteri hevesleri musallat oldu. İtiraf edelim, bu belki hepimize de musallat oldu. Bazılarımız kendimizi -Parlamento’dan bile yüksek görme duygusuna- kapıldık. Bu iktidar duygusu, bazılarımıza çok da keyif verdi.” (Hürriyet Gazetesi, 23 Ekim 1995)
Parlamento’dan da yüksek..
"Bir dönemin tek günah keçisi" olduğunu, hatta -bugünlerde de- "kimsenin samimiyetine inanmadığını" rahatlıkla söyleyebildi.
Bir süre "zorunlu" susmak zorunda kaldı gerçi, ama fırsatını yakaladığı ilk anda -geçtiğimiz günlerde- aslına döndü.
Bir fitnenin, polemiğin fitilini ateşleyecek sözler sarf etmekten geri duramadı:
"Bu seçimlerde çok kötü, çok pis şeyler olacak, hissediyorum bunu, inşallah olmaz. Seçim sırasında, özellikle seçim sonrasında, sonuç ne olursa olsun.."
‘UTANMAZLIK’
Özkök’ü düşününce, Umur Talu ve Mehmet Y. Yılmaz’ın sözlerini de hatırlarım..
Talu, 90'lı yıllardan bahsettiği -2012 yılındaki- bir söyleşisinde, isim vermeden Özkök’ün başını çektiği meslek grubuna gönderme yaparak yaşananları özetler:
"28 Şubat büyük sermayenin konsolidasyonuydu, onun düzeninin sarsılmaması gerekiyordu. Büyük sermayeden kopmuş bir DYP ile zaten ona ait olmayan bir RP’nin arasında onları korumaktı.
(…) 28 Şubat yüzyıllık bir kibrin bin yıllık iddiasıydı. O iddia kaybedildi. 12 Eylül’ün de 28 Şubat’ın da hesabı sorulmalıdır.
(…) Medyanın rolü çok fazla vardı. Keşke o yazarların, gazetecilerin utanmazlığı, yerini utanca terk etseydi. Onların pişkinlikleri keşke özeleştirilerle giderilebilseydi. Ya da onların itibarları biraz zedelenmiş olsaydı.”
Yılmaz da, Özkök’ün TÜSİAD üyeliğini eleştiriyordu, yıllar sonra:
"Dünyada bir ikinci örneği olduğunu zannetmiyorum. Bir gazete yöneticisinin TÜSİAD üyesi olması yeterince tuhaf."
Amiral gemisi kaptanı (!) bu eleştirinin cevabını çoktan vermişti:
“Yıllardır birtakım insanlara neden TÜSİAD üyesi olduğumu anlatmaya çalışıyorum. Çağdaş ekonomiyi biraz bilen insanlar bunu anlıyor.
Ama fanatik bir azınlık var ki, onlara anlatmak mümkün değil. Medya kuruluşları artık dev şirketler haline geldiler.
Yaptıkları iş, Batı literatüründe ‘business’ olarak biliniyor.
Bu şirketlerin bağımsız olabilmeleri için mutlaka serbest pazar ekonomisinin yerleşik kurallarına göre yönetilmeleri gerekir." (Hürriyet, 20 Ocak 2001)
AYNI SAFTA
Tanıdık cümlelerle, “Ne anlatırsa anlatsın Özkök’ün, gerek TÜSİAD’ın temsil ettiği büyük sermaye sınıfına ve gerekse liberal ekonomi uygulamasına eleştirel bakması düşünülemezdi.
Artık onlar gibi üst düzey yöneticisi olduğu basın grubunun devlet katıyla olan ilişkilerinde ortaya çıkabilecek muhtemel pürüzleri bir iş adamı sorumluluğuyla olumlu sonuçlandırmak için çaba harcamaktaydı..”
“Hürriyet Gazetesi’nin genel yayın yönetmenliğinin yanı sıra icra kurulu başkanıyım. Aynı zamanda Doğan Yayın Holding’in en üst profesyonel iki yöneticisinden biriyim.”
“Dolayısıyla, bir yönetici olarak grubumun işlerini takiple görevliyim.” Bu görev aynı zamanda Doğan Grubu’nun kuracağı bir karton sanayii yatırımı teşvikinin akıbetini devlet katında takip etmeyi de kapsıyor.” (Hürriyet, 18 Aralık 1998)
HANGİ GAZETECİ?
‘En üst profesyonel yönetici’, gazeteciliğin tanımını da kendisine uygun bir hale getirdi.
2007 yılında Türkiye Spor Yazarları Derneği’nin ‘geleneksel spor gazeteciliği’ seminerinde, “Yaptığımız artık medya işi” dedi ve ekledi:
“Artık gazetecilik karşılamıyor. Bizim yaptığımız iş gazetecilik kavramı ile açıklanacak bir iş değil. Medya işinin iki yanı vardır. Sattığımız hayaller ve sattığımız fikirler. Bir de üç, sattığımız haberler.”
90’lar, Tansu Çiller, Necmettin Erbakan, Türk siyaset yaşamı, demokrasi.. İmzasının bulunduğu diğer tüm işleri unutturduğunu düşünüyor olmalıydı.. ‘Zaten yoktu’ havasına kısa sürede girmesi ve Kemal Öztürk'e verdiği mülakatta üstüne basarak, “Gazetecilik mesleğinin masumiyetini 2010'dan sonra kaybettiğini” söylemesi de bundandı.
Öztürk'ün 'Neden?' sorusuna cevap da bu yüzden, 'Bunun bugün sana cevabını tam veremem.' oldu.
Yanıt, 11 Ekim 1999 günü, Özkök’ün tepesinde olduğu grubun gazetelerinden Radikal’de, mesleğin en üst düzey STK’sının üst yöneticisi Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nail Güreli tarafından verilmişti zaten:
“Medyanın devlete karşı halkı koruması lazım. Ama medya halkın gözü, kulağı, dili olmaktan uzaklaştı. Güçlü medya yerine ‘güçlülerin medyası’na dönüşüyor iş. Medya sistemle bütünleşmiş durumda. Devlet ile medya arasında çıkar ilişkisi var."
Türk Gazeteciliğinin en saygın kişilerinden Amiral Gemisinin eski genel yayın yönetmenlerinden merhum Nezih Demirkent’in de sözlerini üstüne eklersek:
“Türkiye’de olup bitenleri doğru öğrenme şansı kalmadı. Gazete ve televizyonlar sürekli haber çarpıtıyor, bazen sansür uyguluyorlar. Bazen ekranda gördükleriniz bile yanlış aktarılıyor. Çünkü medyanın kimseden korkusu yok…
(…) Saygın medya herkese gerekli..”
EN AZINDAN O BİLGİLER DOĞRU OLSAYDI
Ama zaten..
Bir yazar düşünün, gazetesindeki köşesinde, kuruluşu ve kendisi ile ilgili ‘yanlış bilgi’ versin..
Bir kez ‘yanılma, hata..’ Birden fazla kez tekrarlanıyorsa..
Hele hele, imza sahibi 20 yıl gazetenin genel yayın yönetmenliği koltuğunda oturan kişiyse..
Varın, gerisini siz düşünün..
"22 Mart 1990 günü, adım Hürriyet Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni olarak künyeye girdiği gün, kendime 5 yıllık bir süre biçmiştim." (Özkök, Hürriyet, 30 Aralık 2009)
"22 Mart 1990 günü Hürriyet künyesinde adım genel yayın yönetmeni olarak çıktığında, beni bekleyen ilk tehlikeyi de öğrendim." (Özkök, Hürriyet, 01 Ocak 2010)
Ne 22, 23, ne 29, 30.. Ne de martın herhangi bir günü..
Ertuğrul Özkök’ün sözünü ettiği tarihte Hürriyet künyesinde yer alan isim Rahmi Turan’dan başkası değil.
Kendi ismi ise künyeye, ifade ettiği tarihten bir ay sonra, 17 Nisan 1990’da girdi.
Son sözü, amiral gemisinin bir başka süvarisi, eski genel yayın yönetmeni Çetin Emeç’e bırakalım:
“Gazeteler güven müesseseleridir. Okurun ilgisiyle yaşarlar. Bütün çabaları, o ilgiyi canlı, diri tutmak içindir.
Haberiniz çarpıcı olacak, tereddütlere meydan bırakmayacak, ayrıntılarıyla bilgilendirecek. Gözlerde somut görüntü izleri de kalsın isteniyorsa, fotoğraflarla da desteklenecek.
Ama önce DOĞRULARIN TEMELİ ÜZERİNE OTURACAK.” (Hürriyet, 08 Aralık 1989)
Ertuğrul Özkök mü dediniz?